STK’larda Görev Almanın Görünmeyen Yüzü

Sivil toplum kuruluşları… Uzun yıllar görev yaptığım ve hala farklı bir boyutunda içinde bulunduğum, kimi için boş ve zaman kaybettiren bir uğraş, kimi için ise prestij ve unvan kazanmanın en kestirme yolu. Eğer ortaya çıkan emek maddi bir değerle ölçülemiyorsa, toplumun belli bir kesimi bunu gereksiz bir çaba olarak görür. Ancak bir başkası için STK’larda bulunmak, kişisel kariyer basamaklarının önemli bir halkasıdır. Özellikle meslek örgütleri, ticaret odaları ya da sendikalar gibi yapılar, bireye yalnızca temsil gücü değil, toplumdaki statüsünü pekiştirecek bir etiket de kazandırır

Bazen STK insanı belirli bir noktaya getirir; bazen de dava aşkıyla insanlar STK’ları sırtında taşır. İşin içinde bir amaç varsa, bu amaca hizmet etmenin tek yolu makam koltukları değildir.

Ama mesele sadece prestij veya statü değil. Yardım dernekleri, kamu yararına çalışan gönüllü oluşumlar ya da bizim gibi bir topluluğun kimliğini yaşatmaya yönelik örgütlenmeler, farklı bir motivasyonla ayakta durur. Burada görev almak çoğu zaman maddi kazançla değil, kişinin iç dünyasındaki muhasebesiyle ilgilidir. Birey, emeğini bir görev bilinciyle sunar; bunun karşılığında ise manevi tatmin, iç huzuru ve aidiyet duygusu kazanır.

Geçenlerde eski ders kitaplarını karıştırırken karşılaştığım bölüm, bireyin toplumsal rolleri ile kimliğini nasıl özdeşleştirdiğini ve bunun örgüt içi davranışlara nasıl yansıdığını detaylı şekilde ele alıyordu. Sosyal bilimler bu noktada bize önemli ipuçları verir.

Psikolojide Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi, özellikle aidiyet ve saygınlık ihtiyaçları bağlamında, insanların gönüllülük ve STK’larda görev alma motivasyonunu açıklamada yol gösterici olur. Kimileri aidiyet ihtiyacıyla bir derneğe sarılır, kimileri saygınlık arayışıyla yönetim kademelerinde bulunmak ister, kimileri ise bu alanlarda kendini gerçekleştirdiğini düşünür. Sosyolojinin rol teorisi ise daha başka bir noktaya işaret eder: Bazı insanlar toplumsal rollerini oturdukları koltuklardan, taşıdıkları unvanlardan devşirir. Yani görev ile kişilik iç içe geçer, hatta zamanla birbirinden ayrılmaz hale gelir.

Görev süreleri uzadıkça bazı kişiler kendilerini alternatifsiz görmeye başlar. “Ben olmazsam bu iş yürümez” düşüncesi kök salar; başka kimselerin bu yükün altından kalkamayacağına inanırlar. Kurumla kendi varlıklarını özdeşleştirdikleri için görevden ayrılmak, onlara adeta varlıklarının sona ermesi gibi gelir. Böylece kişi hem yeni insanların önünü kapatır hem de kurumun dinamizmini törpüler.

Ayrıca günümüzde siyasi ve mülki idarenin bu tür STK’lara gösterdiği özel ilgi ve destek, bazı kişilerin kendilerini bu yapılar içinde daha “önemli” görmesine de zemin hazırlamaktadır. Bu noktada, kişilerin gücü kendi egolarıyla değil, kurumsal amaçla ölçmesi gerekir.

Günümüzde örgütlü yapımızın en büyük sıkıntısı budur. Bazı derneklerimizde şahsi duyarlılık ve toplumsal sorumluluk hissiyle hareket eden, vaktinden, ekonomisinden ve aile hayatından ödün vererek bayrağı taşımaya çalışan insanlar vardır. Onların çabası, samimiyetin ve adanmışlığın göstergesidir ve bu kapsamın dışında tutulmalıdır.

Ancak bir de tam tersine, bulundukları koltuklara yapışanlar vardır. Bu kişiler örgütsel bütünlüğü hiçe sayarak kendilerini topluma zorla dayatır. Kendi hırslarını ve komplekslerini toplumsal sorunmuş dayatarak etraflarındakiler ile birlikte meşruiyet sağlamaya çalışırlar.  Bu psikoloji, sağlıklı bir örgütsel davranış ya da doğal bir ihtiyaçlar hiyerarşisi meselesi değil, doğrudan psikiyatrinin ilgi alanına girer.

Ben 16 yıl boyunca Abhaz örgütlenmelerinin her kademesinde görev yapmış biri olarak bu süreci bizzat yaşadım. Diasporadaki en değerli kazanımımız olan örgütlü yapının bir parçası olmak, benim için yalnızca toplumsal bir rol değil, aynı zamanda kişisel bir onur kaynağıydı. Bu görev, sadece bir temsilcilik değil, kurumsal ilkeler ve ortak amaçlara bağlılık gerektiren ciddi bir sorumluluktu.

Ve ben bu sorumluluğun bir parçası olmayı da, zamanı geldiğinde onurla bırakmayı da görev bildim. Çünkü koltukları kişiliğimle özdeşleştirmemek gerektiğine, görevleri sürekli aynı kişilerin işgal etmesinin yeni kuşakların sorumluluk alma arzusunu körelttiğine yürekten inanıyorum.

Bir amaca hizmet etmenin tek yolu makam koltukları değildir. Bazen sahada gönüllü bir emek, bazen bir fikir, bazen de küçük bir katkı, makamdan daha büyük bir etki yaratabilir. STK’ların gerçek gücü, değişimi, yenilenmeyi ve farklı bakış açılarını destekleyerek büyümekte yatar.

Bugün geriye dönüp baktığımda şunu rahatlıkla söyleyebilirim: STK’larda görev almak yalnızca başkaları için değil, insanın kendisi için de dönüştürücü bir süreçtir. Kimileri bunu kariyerine eklenen bir basamak, kimileri toplumsal saygınlık için bir araç, kimileri ise kutsal bir sorumluluk olarak yaşar.

Hangisi olursa olsun, bu alanlar modern toplumda sadece hizmet üretmez; aynı zamanda bireye kimlik, aidiyet ve anlam kazandırır. Asıl önemlisi, görevleri onurla yapıp zamanında bırakabilmektir. Çünkü bir koltuğa, kendi egosuna, kişisel hırslarına değil  bir davaya bağlı olan kişi, ayrıldıktan sonra da hizmet etmeye devam eder.

Atanur AKSOY

 29/08/2025

 

2 Yorum

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Anket

E-Bülten Aboneliği